Günay Demirbağ
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin en çok merak edilen prodüksiyonlarından biri olan La Bohème, seyirciyi 19. yüzyıl Paris’inin bohem ruhuna davet ediyor. Giacomo Puccini’nin unutulmaz müziğiyle hayat bulan eser, yalnızca Rodolfo ve Mimì’nin tutkulu aşkını değil aynı zamanda gençliğin yanılgılarını, dostluğun sıcaklığını ve yaşamın kırılganlığını sahneye taşıyor. Henry Murger’in “Scènes de la vie de bohème” adlı eserinden doğan katmanlı dünya, belirli bir akıştan ziyade küçük ama çarpıcı anların birleşimiyle şekillenen bir yaşam panoraması sunuyor.
Prodüksiyonun rejisörü Yiğit Günsoy, sahneye koyduğu bu klasik esere Puccini’nin dramatik derinliğini korurken özellikle eserde geçen “O bella età d’inganni e d’utopie!” cümlesinden ilham alarak gençliğin sonsuz umutlar, büyük hayaller ve tatlı yanılgılarla dolu o kısa ama parlak dönemini merkezine alıyor. İlk iki perdenin neşesi ve canlılığı, ilerleyen sekanslarda hayatın acımasız gerçekleriyle keskin bir tezat oluştururken seyirciyi güçlü bir duygusal yolculuğa çıkarıyor.
İzleyiciyi Paris’in dar çatı katlarından kalabalık sokaklarına taşıyan dekoru Gürcan Kubilay, dönemin atmosferini kostümlerle tamamlayan Gülden Sayıl, ışığın dramatik etkisini ustalıkla işleyen Mustafa Eski tasarlıyor. Orkestrayı İbrahim Yazıcı, koroyu Paolo Villa, çocuk korosunu ise Emre Gülnar yönetiyor.
Bu büyük prodüksiyonun perde arkasını, yaratım sürecini ve sahneye taşınan duygusal dünyayı konuşmak üzere Yiğit Günsoy ile bir araya geldik. Mesleki geçmişini, La Bohème’in bugün hâlâ neden bu kadar güçlü bir etki bıraktığını, günümüz seyircisine nasıl dokunduğunu ve yeni yorumunu şekillendiren yaratıcı süreçleri Günsoy’dan dinledik.
Sizi opera rejisörlüğüne kadar getiren süreç nasıl başladı?
O biraz şans eseri oldu. Bir arkadaşım “şans ancak hazır olanın ayağına gelir” demişti. Operaya çok küçük yaşlarda ilgi duymaya başladım. 10 yaşında İlk gittiğim opera olan Madame Butterfly’la opera aşkım başladı. Babamın da komple opera plaklarını evde dinlemeye başladım. Sonra CD’ler geldi Türkiye’ye. Yani ailemizde başka sanatçı yok ama sanatın her dalını seven ve takip eden aile üyelerim çok. Sonra İzmir Operası’na gide gele oradaki solistlerle arkadaş oldum. Operanın hep içindeydim ama opera dünyasında çalışabileceğimi hiç düşünmüyordum.
Yurt dışında uzun süre çalıştınız…
21 yaşındaydım, 1997 yılında yurt dışından İzmir’e geldiği zaman opera rejissörü Patricia Panton’la tanıştık. Benim lisan bilen, operayı bilen, tanıyan bir asistana ihtiyacım var sen olur musun dedi. Dedim ki “Ben hiç asistanlık yapmadım nasıl olacak.” “Öğrenirsin ben öğretirim sana” dedi. Onun sayesinde altı sene yurt dışında reji asistanlığı yaptım. Onunla İtalya, Fransa, İsviçre gibi çeşitli ülkelerde büyük prodüksiyonlarda, önemli operalarda reji asistanlığı yaptım. Sonra Türkiye’ye döndüm.
Burada bir müddet daha reji asistanı ve dramaturg olarak çalıştım ve rejisör oldum. Ardından İzmir’in baş rejisörü, genel müdürlük baş rejisörü oldum aynı anda. İki baş rejisörlüğü birden yürütüyorum. Sonra 9 Eylül Üniversitesi konservatuvarda sahne hocalığım başladı.
Patricia Panton’un dışında en çok etkileyen isimler hangileri oldu?
Beni bu mesleğe sokan kişi Patricia Panton ama onunla beraberken opera dünyasında en büyüklerle tanışma fırsatı oldu. Bazılarıyla tanıştım çünkü ben tanıştığım zaman onlar artık emekliydi ama mesela Franco Corelli, Gena Dimitrova, Leonucci, Renato Bruson ile Macbeth yaptım. John Sutherland, Richard Bonynge bunlar opera dünyasında en büyük isimleri, en faal oldukları yıllar tabi 60’lar 70’ler.
Ben tanıdığımda haliyle emekliydiler artık. Sahneyi bırakmışlardı ama onlarla konuşmak, onlarla beraber olmak beni çok geliştirdi. Çok şey öğretti o altı yılı süresince.
Hiç unutamam yani. Dolu dolu ve yani gerçekten benim tutkum olan operanın en önemli isimleriyle tanıştım ya da çalıştım. Roberto Alanyalar, yani aklımıza gelen kim varsa hepsiyle. Tanıştım. Yani onları unutamam. Onlar tabii unutulmayacak sohbetler, unutulmayacak deneyimler. Hepsinden ayrı bir şey öğrendim. Hepsi ayrı bir kapı açtı.
Bu altı yılın ardından Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdiniz?
Dönmem gerekti. Askerlik yapmamıştım. Askerliğim devreye girdi. Hep yurt dışında olduğum için üniversiteyi bitirememiştim, uzatmıştım. Tabii üniversite bitti. Avrupa’da çok acımasız sanatçı hayat, bir müddet ayrı kaldıktan sonra yeriniz hemen kolaylıkla dolduruluyor. Artık kendi ülkemde olmak o deneyimlerimle burada bir şeyler yapabiliyor olmak daha cazip geldi açıkçası. Şimdi o bağlantılarımı hala kullanarak faydalı olabiliyorum. Konuk olarak ya da hoca olarak davet ediyorum okullara. Onlar da yoğun programlarında aramızda bir arkadaşlık olduğu için bir iki gün ayırabiliyorlar benim için. Böylelikle Türkiye’deki operaya elimden geldiğince faydalı olmaya çalışıyorum.
Türkiye’ye geldiğinizdeki sahneye koyduğunuz ilk çalışmanız ne oldu?
Önce 4-5 tane konser rejileri yaptım, rejili konserler. Yani orkestra sahne üstündeydi. Biz orkestranın önünde küçük mizansenlere yaptık. Yeni yıl konseri, Suna Korad’ı anma gecesi yaptım ki o çok güzel oldu.
Hem İzmir’de hem Ankara’da tekrarladık. Bilkent Üniversitesi’ne gidip Suna Korad’ın özel eşyalarını aldım. Kendi kostümleri, el yazması, mektupları, fotoğrafları, çantası vs. Ve İzmir hem Ankara operasının fuayesinde hem bunları sergiledik. Suna Korad’ın kendi sesini çaldık fuayede ve konseri ondan sonra başlattık.
O çok yankı yapmıştı. O zaman genel müdür olan Rengim Bey’in de çok hoşuna gitmişti.
Bu tarz şeyler yaptıktan sonra ilk büyük operam Samsun Operası’nda sahnelediğim Maskeli Balo oldu. Ondan sonra devamı geldi her operada bir şeyler. Sonra aynı prodüksiyon Mersin’e gitti.
Sonra İzmir’de, Antalya Operası’nda hemen her sene bir şey sahneliyorum. Şimdi İstanbul’daki ilk sahnelediğim eser de La Boheme Operası oldu.
“O dehaların yaptıkları eseri en iyi şekilde halka sunmak bizim işimiz”
Bir eseri sahnelerken dikkat ettiğiniz şeyler neler? Klasik eserler bunlar ama mutlaka sizle ilgili bir şeyler vardır içerisinde?
Tabii ki oluyor ama ben her zaman operanın dönemini değiştirmemekten ya da modernize etmemekten yanayım. Çünkü besteci ve librettiste bir rejisörün hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum. Bizler hizmetkarız.
O yüce insanların, o dehaların yaptıkları eseri en iyi şekilde halka sunmak bizim işimiz. Onun için biz onlara hizmet ediyoruz. Onların eserlerini en güzel şekilde tanıtmak, göstermek istiyoruz.
Onlara karşı gelemeyiz bence. Yani bir Makbet döneminde geçiyor. Onun eline makinalı tüfek veremeyiz.
Çünkü librettoda hançeri al diyor. Şimdi onu tabanca yapamayız. Ya da mesela bu La Boheme’deki aşklar, tutkulu, o karşılıksız aşklar günümüzde yok. Kot pantolonla, deri montla 1820’lerin felsefesini, hayata bakışını yakalayamazsınız, o başka bir dönemdi.
Bu yüzden ben döneme sadık kalmak istiyorum ve şunu düşünüyorum: Seyirci opera süresince içinde olduğu dünyadan kopup, hiç bilmediği bir hayal âlemine gitsin ve oradan geri gelsin.
Esere, müziğe ve librettiste en ufak şekilde zarar vermeyecek, onlara karşı gelmeyecek ufak dokunuşlarımız oluyor.
“ Eserin orijinine, kökenine iniyorum”
Bir eseri nasıl hazırlıyorsunuz?
Bir eser bana teklif edildiği zaman müziğini genelde biliyor oluyorum. Ama çalışma açısından ilk evvel o opera kaynağını hangi eserden almış, tiyatro eseri mi, roman mı, onu okuyorum. Çünkü besteci onu okuduktan sonra bestelemeye karar vermiş. Dolayısıyla orijine, kökenine iniyorum.
Tarihsel bir olaysa, mesela bir kraliçeden, kraldan, gerçek hayatta yaşamış birinden bahsediyorsa onların biyografilerini okuyorum. Buralardan edindiğim bilgileri küçük notlar halinde değerliyorum.
Sonra operanın librettosunu kendim Türkçe’ye çeviriyorum. Çünkü okuduğunuz zaman bazı detaylar gözünüzden kaçabiliyor ama birebir tercüme ederken hiçbir şey kaçırmıyorsunuz. Mesela, “mavi elbiseniz ne kadar güzel” dedi. Dinlerken ya da İtalyanca’sını okurken gözünüzden kaçabilir ama çevirirken kaçmıyor ve birinci perdedeki elbise mutlak mavi olmalı diyorsun.
Onu da yaptıktan sonra müzik devreye giriyor. Aldığım notlarla, kafamdaki fikirlerle notaların üstünde hangi hareketi, ne duygu da istiyorum, bunları not alıyorum. Ardından sahne provalarına başlıyoruz ve düşüncelerimi sanatçı arkadaşlarımızla paylaşıp onları ikna etmek kalıyor.
Yurt dışında nasıl bir çalışma sistemi var ve ülkemizle farklılıklarından bahseder misiniz?
Yurt dışında çalıştığım kişiler söyledikleri rolü çoğunlukla çok fazla söylemiş insanlardı. Dolayısıyla role çok hakimler. Oradaki solistler çok iyi hazırlanarak geliyor. Gerek müzikal olarak gerek söz olarak her şeyi birebir ezbere biliyorlar. Öyle olunca rejisör olarak sizin işiniz kolaylaşıyor ve artık işin felsefesine daha çok girebiliyorsunuz.
Ama role, gerek müzikal gerekse söylediği söz olarak tam hakim olmayan kişilere ilk evvel bunları açıkladığınız için bazen daha felsefik konuşmalara, daha derin manalara ya da ifadelere zaman kalmıyor, o fark olabilir. Yurt dışında biliyorsunuz ki solistler 365 günün 150-170 gecesi sahneye çıkıyorlar, daha fazla konser sayıları var. Onun için tabii ki o role çok hakim oluyorlar.
La Boheme sahnelemeye karar verme aşaması nasıl oldu?
İlk evvel Antalya operasından teklif geldi. Bu Antalya operasında yaptığım bir prodüksiyon.
Onlar bir iki üç sezon oynadılar. Sonra İstanbul operasından teklif geldi, ben de sevinerek kabul ettim. Çünkü hem İstanbul’da bir şey yapmış olacaktım hem de La Boheme sevdiğim eserlerden biri.
La Boheme’in hazırlanması ne kadar sürdü?
Bizim çalışmalarımız bireysel çalışma olarak başlıyor. Yani ben rejissör olarak evimde biraz önce belirttiğim şekilde çalışıyorum. Solistler kendileri evlerinde partiyi çıkartıyorlar. Sonra müzikal olarak operada piyanistlerle bireysel çalışarak önce partilerinden emin oluyorlar. Sonra bütün solistler bir araya geliyor. Gene piyano ile müzikal çalışmalar yapıyorlar. Ondan sonra ben sahne provalarına başlıyorum. Sahne provaları genellikle bu büyüklükte bir opera için bu uzunlukta ve bu yoğunlukta beş hafta sürüyor.
Yani aşağı yukarı üç hafta sadece solistlerle çalışıyoruz. Ondan sonra koroyu ekliyoruz.
Ondan sonra orkestralı sahne provalarımız başlıyor. Sonra genel provalar ve temsil. Yani ilk sahne provasından premiere kadar yaklaşık beş haftalık bir süreç bu.
La Boheme kaç dakika?
Dört perde olarak geçiyor literatürde. Fakat biz ilk iki perdeyi birleştiriyoruz, 50-55 dakika oluyor. Ara veriyoruz ve üç ile dördüncü perdeyi birleştiriyoruz. Yani salt müzik iki saat kadar sürüyor. 20 dakika da ara veriyoruz. Koro 59 kişiden oluşuyor, çocuk korosu 10 kişilik ve 10 solist, 9 figüranımız var. Ekibimiz oldukça kalabalık.
La Boheme gidecek mi Anadolu’ya?
Gidemez çünkü dekoru çok büyük. Yani komple dekorunu götürebilmek için bu büyüklükte bir sahne maalesef bulamayız. Ama diğer operalarımız turnelere gidiyor.
Yönettiğiniz eserler arasında sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Seçmek çok zor. Hani çocuklarınız arasından bir seçim yap gibi oluyor. Ama Madame Butterfly operası benim için çok önemli bir operaydı. Çünkü ilk seyrettiğim opera olduğu için onu sahnelemeyi çok istiyordum. Antalya, Samsun ve İzmir’de sahneledim ve Eskişehir, Efes Festivali’ne de gitti. Yani doya doya Madame Butterfly’ı yaşadım. La Boheme’den de çok keyif almıştım.
Yine son dönem yaptığım, şimdi İzmir’de de yapacağım Tosca operasını çok sevmiştim. Komik operalardan da Sevil Berber’inde çok eğlenmiştim yaparken. Dediğim gibi ayırmak çok zor hepsini birbirinden.
Maskeli Balo ilk göz ağrım, ilk yaptığımız eser. İstanbul’da da çok yıllar evvel yapılan Poulenc’in İnsan Sesi tek kişilik bir operası çok değişik bir deneyimdi. Puccini, çok oyun imkanı veriyor ve konular, müzik çok güzel etkileyici.
İleride mutlaka ben bu operayı yapmalıyım, bu eseri sahneye koymalıyım dediğiniz bir eser var mı?
Mesela benim için önemli bir opera olan Belcanto repertuarından Lucrezia Borgia’yı yapmayı çok isterim. Türkiye’de hiç yapılmadı.
Fransız repertuarından Massenet operaları Werther ve Thais. Werther yapıldı Türkiye’de ama Thais’te hiç yapılmadı. Ve konu itibariyle de Anatole France’ın romanından alınma, çok etkileyici bir eser.
Yevgeni Onyegin’i çok isterim, Tchaikovsky Rus operasından. Richard Strauss Salome çok ilgimi çekiyor. İlk aklıma gelen bunlar. Bir iki tanesi bile kısmet olursa çok mutlu olacağım.
“İmkanlı sahnelerde daha gösterişli çıkıyor işler”
Opera sahnelenen binalarının bazıları küçük, eserin sahnelenmesine etkileri oluyor mu?
Yani imkanlı sahneler rejisör olarak sizin elinizi ayağınızı daha az bağlıyor. Daha büyük, daha geniş sahnelerde bir şeyler yapmak tabii ki ilgimi çekiyor. Çünkü opera biraz görkem işi. Ben çok da onu seviyorum açıkçası. O güzelim kostümleri otuz kişi yerine yetmiş kişinin giymesinin etkisi başka oluyor. İşler, daha büyük, daha imkanlı sahnelerde daha gösterişli çıkıyor. Bir rejisör olarak da o sahneleri tercih ediyorsunuz. Ama dediğim gibi Samsun’un, Mersin’in, Ankara’nın hepsinin ayrı yerleri var bende. Oralarda da eserler yapıyoruz. Belki eser seçimini de ona göre değerlendirmek lazım. Mesela Werther Operası dedim, çok sahnelemek istediğim. Onda koro olmadığı için küçük bir operalı da rahatlıkla yapılabilir. O zaman hiçbir şey fark etmez.
“O gençlikte her şeyin mümkün olduğu, bir ütopya olduğu o güzel çağ”
Sizi en çok etkileyen kısmı hangi bölümü oldu?
Her operada bir omurga cümle oluyor. Ve onun üstüne bazı şeyleri inşa ediyorsunuz. La Boheme’nin ikinci perdesinde de şöyle bir cümle var : “O gençlikte her şeyin mümkün olduğu, bir ütopya olduğu o güzel çağ” diyor. Bu hepimizin yaşadığı bir çağ. Yani bunu bilmeyen o coşkuyu, o gençlik coşkusunu ve gençlikte her şeyin mümkün olabileceğini düşündüğümüz, en büyük zorlukların bile bir oyun gibi görüldüğü, aşkların en tutkulu şekilde yaşandığı, sanki o aşk biterse ölürmüşüz gibi hissettiği o döneme gönderme vardır. Hani beni en çok vuran cümle bütün operanın içinde odur.
Ve üçüncü perdede aslında en dramatik, en hüzünlü perde gibi görünmesine rağmen, içinde müthiş bir umut vardır. Yani o ölmek üzere olduğunu bilen Mimi’nin yaşamak, sevgilisiyle beraber olmak için bile hala bir umudu vardır. Donde lieta Aryası’nda bu özellikle ortaya çıkar, Ben de onu çıkartmaya çalıştım, umut ve nostalji.
Yönetmenliğinizi tanımlarken kullanabileceğiniz kelimeler nelerdir?
Her zaman sahne üstünde zarafete önem veriyorum. En sıradan, hatta belki toplumun dışladığı bir karakter bile belirli bir zarafet çizgisini aşmamalı. Yani dekoru da, kostümü de, hareketleri de, mizanseni de zarifi olmalı.
Diğeri de elimden gelen en iyi şekilde hizmet etmek, o bestecinin anlatmak istediklerini, librettistin altını çizdiği düşünceleri halka sunabilmek.



